8 Mayıs 2008 Perşembe

1.Paris- Londra

Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi’nin “En iyi zamanlardı onlar, en kötü zamanlardı onlar” diye başlayan o ünlü girişinde, sınıflandırmaların en’lerden kurtulamadığı bir dünyayı  tasvir eder ve Paris ile Londra’yı “düz suratlı kraliçe ve kral” ile birbirine eşler. Dünya, aslında her ne kadar endüstriyelleşmenin bilinen mekanları silkeleyip attığı ve yepyeni ve de o ana kadar görülmemiş ölçekte, yoğunlaşmayı, yığılmayı, çöküntüleşmeyi sunan bir dünya olsa da, insan tepkileri temelde aynıdır. En iyi ya da en kötü olarak tanımlanır deneyimlenenler.

Bu dönemin en önemli şehirleri kuşkusuz Paris ve Londra’dır ve zaten “Bütün şehirler Londra ve Paris yanında taşradır”. Walter Benjamin’e göre “Paris “19.yy’ın başkenti”dir. Karlheinz Stierle Paris’i “İmleyenlerin başkenti” diye tanımlar Harvey ise “Modernitenin Başkenti” ilan eder. Londra ise Paris’e atfedilen tüm bu şaşaalı söylemlerden daha azını hak etmez; dünyanın en büyük metropolü, en büyük limanı ve sonraları üzerinde güneş batmayan İmparatorluğunun merkezi, “Dünya’nın kalbi”dir. Ve bu kalp sürekli 19.yy’da değişen ticaret yollarıyla merkezileşmenin getirdiği avantajla, sömürgeler ve Yeni Dünya’dan gelen taze kanla dolmaktadır.

Eğer “Dünya’nın Kalbi” sıfatı Londra’ya gidiyorsa, Paris de kesinlikle “Dünya’nın beyni”dir.

Londra, kraliyet himayesinde büyüyen geniş hinterlandlı bir ticaret şehriyken Paris sarayları ve devlet binaları ile devlet, ve aynı zamanda “monarşi-cumhuriyet-imparatorluk ve tekrar monarşiye dönen” bir devrim şehridir. Ki bu devrimlerin, şehir dokusu üzerinde değişiklik yapmadığını söylemek gerekir.

İki şehir de daha önce görülmemiş oranda büyüme ile karşı karşıya kalırlar bu dönemde. Londra, bir liman kenti olmasının dışında endüstriyel bir kenttir de. Ayrıca Paris’ten daha büyük bir popülasyona sahiptir ve bu nedenle daha ürkütücü olur bu dönemin sonuçları Londra dahilinde. Ayrı bir adada yer almanın getirdiği korunma duygusuyla surlara ihtiyacı erken dönemde yiten Londra, fiziksel olarak dağılan bir yapıdadır- ki bunun bir nedeni 1699 yangınlarından sonra Kraliçe Elizabeth’in çeperlere yayılmaya izin vermiş olmasıdır-  Paris merkezine Ile de la Cite’yi yerleştiren ve surlarla çevrili, “yengeç biçimi-kabuk değiştirme ihtiyacındaki” büyümeyle daha kompakt kalmıştır.

Ne Amerika ne de kıta Avrupa’sına yapısal olarak benzemeyen İngiltere şehirciliğinin en büyük özelliği  hızlı kentleşme ve endüstriyelleşmeye bağlı sorunların daha erken dönemde ortaya çıkması, ve böylelikle düzenlemelerin de erken geliştirilmesiyken,  farklılaşmanın ana sebebi mülkiyetin bölünmemesinin getirdiği geniş topraklardır.  

Avrupa’nın genelinde, büyük parseller yoğunlaşma rant, miras sistemi ve paylaşılıp satılma gibi etmenler  sonucunda küçük parsellere dönüşürken, İngiltere’de toprak sahipleri(landlord) un sahip olduğu geniş estate’ler yer alır. Bu araziler üzerinde inşaat yapmak tarım yapmaktan karlı hale geldiğinde, toprak sahibi müteahhitlere başvurur. Gayrimenkul mülkiyeti olmayan sistemde, mevzi imar planından sonra arsa sahibi, konutların bir kısmını kendi adına müteahhitlere yaptırabilir, ya da müteahhite arsayı kiralayıp evleri kiralayabilir. Bu durumda arsa sahibine ödediği kira, inşaat maaliyeti ile kira ve satışlardan gelen gelirlerle dengelemek durumundadır.  

Binalaşmayı denetleyen yasalar ve regülasyonlar olmasına rağmen, genel imar planı yerine mevzi plan uygulamaları ortaya konulabilmiştir. Bu nedenle şehir gelişimi bir nevi yamalı bohça yapısına sahip olmuştur. Bireysel araziler için planlar müteahhitler tarafından yapılırken, bu planların entegrasyonu ise kurulan ana mekanizmanın konusu olmuştur. Bedford Square ve etrafındaki Bloomsbury, bu türden yapılaşmaya örnek teşkil etmektedir.  (ayrıca bkz: Giedion, 1941 “The Garden Squares of Bloomsbury s. 724-733 )

Büyük parsel sistemi, sokak ve alley’i beraberinde getirir. Konut biçimi ise İngiliz tipi  “sıraevler”dir.  Paris ise küçük parsellerde ve ada yapısında gelişir. Binaların yüksekliğine 15.yy’dan beri sınırlama getirilen kentin dokusu dar sokakları gölgeleyen yüksek apartmanlar şeklindedir. Paris, şehri 19.yy’da Hausmannlaşırken, eskiden beri var olan paris çizgiselliği, regülasyonlar ve belediye mimarları tarafından denetlenerek, “imparatorluğun modernliğini” yansıtan Ecole des Beaux Arts façade’lar ile devam ettirilir. Londra’da ise Regents Park’ta John Nash’in yapmaya çalıştığı sade cepheler dışında konvansiyonel spekülatör cepheleri ..

Paris’te ve Londra’da ortak olan bir özellik, caddeye cephe veren maksimum sayıda bina inşa etme ihtiyacının yığılma sonucu gerekli hale gelmesidir. Ortaçağda şekillenen kısmı da fiziksel sınırlamalar nedeniyle sınırlı olan Paris, sınıf ayrımını bir apartmanda, dükkanlar üstünde burjuvazi çatı katında ise dar gelirlilerin yer aldığı bir sistemde “eritir” iken, Londra’nın sisteminde, Merkezde oluşturulan square’i çevreleyen ilk binalar üst sınıf içinken, hemen çevresinde  servis amaçlı  ve alt sınıf için yapılar bulunur, ayrıca aristokrasi ticaretle gelen parayı hiç bir zaman kanıksayamadığı içindir ki dükkan gibi fonksiyonlar, üst sınıf evlerin altında yer almaz.  

Londra ile Paris’in 19.yy’da endüstriyel kentin aslında her ikisinde de çok benzer görünümde ortaya çıkan sorunlarına karşı aldıkları tavırlar oldukça farklıdır. Paris’te III. Napoleon ve Hausmann gibi idealist iki ismin  omuzları üzerinden, tarih boyunca hiç görülmemiş ölçekteki bir planlama hareketi ile  düzenlenir, ki bu John Nash’in yangın sonrası planladığı Londra’nın hiç hayata geçirilememiş planı gerçekleşse kente eklemlenecek bulvarlar ve barok geometrisine bir miktar ironi katar. Çünkü Napoleon’un, kent planını Hausmann ile beraber oluştururken örnek aldığı kent Londra’dır.

Londra ile Paris’i ayıran sadece başkent – metropol ayrımı değil, aynı zamanda çok temel bir yaklaşım meselesidir. 1850’de Napoleon III, Londra’yı kendine, iyi şehir planının modeli olarak almıştır ancak aldığı bu model o dönemde 30 yıl öncesinin, aristokratik toprak sahiplerinin ve kraliyet himayesinin altındaki şehirdir. 30 sene içerisinde Londra, Laissez Faire (bırakınız yapsınlar) anlayışı, minimalist devletçilik ve en saf faydacı prensiplerle yönetilmiştir. Paris ise bir tür kapitalizm ile farklı bir model geliştirir. Devlet, ekonomik kalkınmada motor rolü üstlenir ve prestij ile gücünü kullanıp özel sermayeyi kendi planını yapmaya ikna eder. (Hall, 1998)

Londra’nın evler arasında kalan, sadece etrafındakilerin kullanımına açık square’leri, Paris’te etrafından trafiğin geçtiği kamusal alanlar olarak yeniden doğar. Bu dönemde square’in  boyut ve dokularından rahatsız olan İngiliz Park Hareketi, “manzaralı kır evi” ni kente taşımak için John nash ile birleşerek, İngiliz pitoreskini yansıtan düzensiz bahçelerin içerisine yapılaşmayı yerleştirmişlerdir. Fransızların ise kartezyen düzendeki percement’leri ağaçları bile kolonad mantığında gören yapısı ile Hausmann’ın gözdesi olacaktır.  Yeşil Alanlar ise Paris’te, Parc des Buttes Chamont ve Parc Monceau ile örneklenebilen küçük parklar, mezarlıklar ve Bois de Boulogne ve Bois de Vincennes gibi geniş kamusal açık alanlardır. (Frampton,1980)

 

Ortak sorunlar farklı yollarla çözülür. İngiltere’de konutlaşma sorunları “yenisini üretip yapmaya uğraşmadan yasaklayıp yıkma” ile çözülmeye çalışılır, sokak düzenlemeleri, konulan kanunlara . İşçiler, işlerinin doğası gereği merkeze yakın bir yerde konuçlanmak zorunda kalmaktadırlar, ki buraların kiraları yüksektir.  Düşük ücretli işçiler, altkentleşmeye direnmektedir, çünkü “ulaşım teknolojisini işçi sınıfını klübe/kır evi tarzı evlere nakletmek için kullanmak ancak 1880’lerde akıllara gelir”  ancak bu, pek işe yaramaz. 

 

Hausmann’ın mali sisyemi ve yeniden ele almak. Hausmann, paris altkentlerini, düzenleme çabasının üçüncü döneminde, maaliyetlerin çok üstüne çıksa da şehre entegre edecektir. Hausmann’ın başarısının ardında devlet desteği, irade ve mali sounları aşmak için

 

“İngiltere’deki şehir planlama,  ne yapılacağına dair tutarlı hiç bir fikir olmadan başlar, aslında süregelen olaylara karşı pragmatik yaklaşam bir dizi düzenlemedir.” İngiliz planlamasına katkıda bulunan ise, konutlaşma, sosyal ve toprak reformu ile alakalı olarak algılanan çevresel sorunlara dair reform hareketleri, ve de filantropik endüstriyelleşmeciler ile yeni mimari pratiklerin katkısı ve bahçe şehir konsepti’dir. (Cherry,1978)

 

KAYNAKÇA

FRAMPTON Kenneth;(1980); Modern Architecture: A critical History,” Territorial Transformations: urban developmens 1800-1909” p.20-29

HALL Peter, Cities in Civilization: Culture, Innovation and Urban Order ,” The Utilitarian City: London 1825-1900”

a.g.e, “The City of Perpetual Public Works: Paris 1850-1870”

MUMFORD Lewis;(1961) Tarih Boyunca Kentler, Paleoteknik Cennet : Kömürkent

MUTHESIUS Stefan,The English Terraced House   “The Utilitarian City: London 1825-1900”

KUNSTLER James Harward, The City in Mind “Paris, The Achievements of Napoleon III and Georges Eugene Hausmann” ve “London: Landscape as a cure for cities” s.225-253

BENEVOLO Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler “Haussmanlaştırma: Post Liberal Kent ve Sorunları”

Cherry, Gordon E, (1978) “The town planning movement and the late Victorian City”

GIEDION Sigfried(1941), Space, Time and Architecture “City Planning in the Nineteenth Century”

Hiç yorum yok: